17 Mart 2019 Pazar

Sadık Hidayet - Kör Baykuş Kitap Yorumu

   Aslında kitabı lise yıllarımdan biliyorum ancak ODTÜ Kitap Topluluğu'nun yapacağı kitap kritiği için 2. bir tanesini daha kütüphaneme ekledim. Aksilik bu ya, o kritiğin zamanı da Bisiklet Takımım'ın yönetim kurulu toplantısı ile çakıştığı için kritiğe gidemiyorum. Yine de bu kitabı hayatımın şu döneminde tekrar okuduğum için asla pişman değilim.
   Aslında ilk olarak fark ettiğim şey henüz üzerinden bir sene geçmiş olmasına rağmen aynı kitabı okurken çok farklı yerlerin altını çizmem oldu. Galiba büyümenin bir tanımı da bu... Aynı kitabı okuduğunda farklı cümlelerin altını çizmek.
   Sadık Hidayet ile tanışmam da liseye dayanıyor. Canım dostum Eymen sayesinde... Bu yazarı da en az Vincent kadar seviyorum. Hayır, intihar eden insanlara karşı bir sempatim yok. Bunun en güzel kanıtı da Nilgün Marmara'ya özel bir sevgimin olmaması. Ben benim ruhuma benzeyen ruhları seviyorum. Bunu da işte böyle yazınlardan anlıyorum. Vincent'ın Theo'ya yazdığı mektuplardan bir tanesinde ağladığımda ve o paragrafı defalarca kez okuyup yine de yetinemediğim için günlüğüme yazdığımda fark ettim bunu. Vincent ile aynı yollarda yürümedik, farklı iklimlerde doğduk ve hatta farklı kriterlerdeki insanlara aşık olduk ancak aynı şeyleri düşündük. İntihar etmeden iki yıl önce "Keyifli yaşamak intihar etmekten daha iyi." diyen Vincent'tan bu kadar bahsettikten sonra, görüyorsunuz ya konu bir kez ondan açılınca kendimi dizginleyemiyorum, Sadık Hidayet'e dönelim. Aslında Sadık Hidayet'in intiharı çok daha fazla etkileyici.
   Kitabın sonuna eklenmiş Sadık Ağabeyin (Ona kendimi yakın hissettiğimden dolayı yazının kalan kısımlarında ondan hep böyle bahsedeceğim. Yakın arkadaşarım bilirler ki Peyami Bey hariç sevdiğim her erkek yazara böyle seslenirim. Ha tabi bir de Sayın Ataç'a! Nurullah Ataç... Bu başka bir yazının konusu olsun dostlarım.) en yakın arkadaşların olan Bozorg Alevi'nin (Kendisi romancı ve öykücü imiş, en kısa zamanda bir öyküsünü ODTÜ kütüphanesinden edinmek niyetindeyim.) sonsöz olarak eklediği "Sadık Hidayet'in Biyografisi"nden edindiğimiz bilgilere göre Sadık Ağabey Vincent gibi parasal sıkıntılar yaşamamış pek. Ailesi yıllardır sarayda yaşıyormuş, kendi mesleğini seçme özgürlüğü olmuşsa da önce mühendislik sonra yazarlık, bir kararsızlık denizinde yüzüp durmuş Sadık Ağabey. İranlı yazarlarca pek önemsenmemiş ve hatta aşağılanmışken Avrupa'da büyük değer görmüş. En çok kalbimi acıtan notu da Bozorg Alevi'den bırakıyorum buraya:

   "Bugünki İran'ın en büyük yazarı, ölümünden birkaç yıl önce bölye demişti:
'Hayat hikayemde önemli bir şey yok, başımdan ilginç olaylar geçmedi. Ne yüksek bir mevki sahibiyim ne de sağlam bir diplomam var. Okulda hiçbir zaman örnek bir öğrenci olamadım, başarısızlıklar her yerde buldu beni. Nerede çalışırsam çalışayım silik, unutulmuş bir memurdum; şefleri memnun edemedim. İstifa ettim mi seviniyorlardı... Bırak gitsin, yaramaz! Çevrem böyle görüyordu beni, haklıydılar belki de...'

   Sadık Ağabeyin ailesinin durumunun ne kadar iyi olduğundan bahsetmiştim sizlere, ama o buna rağmen kendi geçimini memurluk vs. yaparak sağlıyor. Bu satırları da bana yine Vincent'ı hatırlattı, galiba bana her şey Vincent'ı hatırlatıyor:

   "Belki de ben doğmamış insanların ressamıyımdır."

   demişti o da...

-Bu yazımda baya değindim Vincent'a biliyorum sayın okur. Aslında geçenlerde oda arkadaşım Şeyma ile Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında filmine gittik Başka Sinema kapsamında. Aslında bakarsan biraz da yorgun olmamın etkisi ile o her zamanki etkiyi bırakmadı Vincent bende, suçlamıyorum onu, filmden kaynaklı diye düşünüyorum. Uzun uzun yorumunu yazmaya vaktim olmamıştı bir iki hafta evvel filmi, ufaktan değinmek istedim. Başrol muhteşem olsa da ah Willem Dafoe! Filmin Nuri Bilge Ceylan tarafından çekilip o muhteşem müziklerinden de Fazıl Say tarafından bestelendiğini düşününce; filmin orijinal hali birazcık sönük kalıyor. İşte böyle de memnuniyetsiz bir çocuk oldum zamanla...-

   Sadık Ağabey yine dostu Bozorg Alevi'den öğrendiğimiz kadarı ile temiz bir tıraş, temiz kıyafetler, cebinde parası, yan tarafında yaktığı taslaklarından küllerle Paris'te bir dairede gazı açarak intihar ediyor. Onun intihar sebebi ne biliyor musunuz? İnsanlar. Tek bir sözcük. Belki de insanlarla ilgili her sorunumda benim de aklıma gelen ilk çözüm intihar olduğundan bu denli yakın hissediyorum ona kendimi. Çünkü insanlar, ah insanlar... İnsan olmaktan nefret ediyorum çoğu zaman...

   Bu kadar Sadık Ağabey ve benim duygularım hakkında konuştuktan sonra biraz da çevirmenimizden bahsetmek istiyorum çünkü bu kitapla ilgili beni delicesine heyecanlandıran bambaşka bir ayrıntı. Normalde Sadık Ağabeyin YKY'den çıkan diğer tüm kitapları Mehmet Kanar tarafınca Farsçadan dilimize çevrilmiş olsa da bu kitabı "Biz böyle eğilmezdik, çocuklar olmasaydı." dizelerinin sahibi Evler Şairi Behçet Necatigil, bizim Behçet Ağabey ya hu, çeviriyor. Şimdi diyeceksiniz ki, ee yani? Bunu aslında kitabı okumaya başladığınızda ön sözden itibaren hissediyorsunuz, farkını yani Behçet Ağabeyin. Ama asıl o hissi, vay be hissini, çevirmen notlarını okurken yaşıyorsunuz. Sayfa 59'daki çevirmen notunda verdiği bir notu aşağıya bırakıyorum, çok çok hoşuma giden bir notu:

   "Cahit Sıtkı Tarancı'nın Akıbet şiiri şöyle başlar:
Sela verildiğine göre,
Camiikebir minaresinde,
Günlerden cuma olmadığı halde,
Muhakkak ölü var mahallede."

   Bu şairler, bu yazarlar, bu ressamlar, bu şarkıcılar: bu SANATÇILAR  büyülü insanlar kim ne derse desin...

   Kitaba gelecek olursak aklımın bir köşesini günlerdir meşgul eden oda arkadaşım Şeyma'nın sözleri ile başlamak istiyorum doğrusu: "Elif, sence de kitap sanki sondan başa gitmiyor mu?" Aslında derinlemesine düşünüldüğünde bu söze katılmıyorum ancak yüzeysel baktığımda doğru olduğunu fark ediyorum. Post Modern Edebiyatı bana en iyi şekilde öğretmeye çalışsa da lisedeki edebiyat öğretmenlerimden Canım Gökmen Hocam, kendisinin Elif bu soruyu kesin yapmıştır dediği halde edebiyattaki tek hatam bu konudaydı: Post Modern Roman. Bundandır ki kitapta bilinç akışı tekniği kullanılmış gibi gelse de bana, direkt kullanılmıştır diyemiyorum.

   Aramızda Ullyses kitabını ya da Oğuz Atay, Orhan Pamuk okuyan bu bilinç akışı işlerine benden daha hakim olan birileri varsa ses etsin de kitabı onlara da okutup gerçekten bilinç akışı tekniği var mı yok mu öğrenelim. Dediğim gibi bu konuda güvensiz hissetsem de, bence bilinç akışı tekniği kitapta kullanılmış ve bundan kaynaklı olarak Ullyses'in o ilk 58 sayfasını okurken hissettiğime yakın duygular hissettim kitabı okurken. (Ullyses dünyanın en zor okunan kitabı olarak geçiyor. Kitabı açıklamak için onlarca kitap yazılmış, yanılmıyorsam 1049 sayfaydı ve Dublin'de bir günü anlatıyordu, neyse ancak 58. sayfasına değin okuyabilmiştim sınav senesinde. Umuyorum ki bir gün Ullyses'in de kitap yorumunu okuyacaksınız burada.)

   Yer yer ürpertiyor kitap sizi, yer yer vay be yalnız değilmişim dedirtiyor. Yaşanan uykudan uyanma, rüya kısımları sevgili ve abimin çok sevdiği yönetmen - bu yönetmenle beni tanıltıran kişi de abim, kendi keşfim değil malesef, iyi ki abiler ve ablalar var -  Ömer Faruk Sorak'ın yönettiği, Yılmaz Erdoğan'ın konuk oyuncu olarak yer aldığı, çekimleri ile beni büyüleyen ve gerçek hayat hikayesinin anlatıldığı (başrol kendisini oynuyor) 8 Saniye filmini hatırlattı. İzlemediyseniz mutlaka zaman ayırmanızı öneririm.

   Kitapta o kadar çok yerin altını çizdim ki... Ufak tefek notlar da aldım. İnce ve insanı derinden etkileyen bu romanı mutlaka okumanızı isterim. İran edebiyatına bir kapı, Sadik Ağabeyi tanımak için bir fırsat ve hayat üzerine düşünmek için güzel bir yazın.

Not: Aslında bu son notlar kısmına Behçet Necatigil'in tüm çevirmen notlarını eklemek isterdim... Ancak yalnzıca bir kaçına yer verebileceğim malesef.


SON NOTLAR

*Rakkase: Dans etmeyi meslek edinen kadın.
*Zülüf (Farsça): Şakaklardan sarkan saç lülesi, sevgilinin saçı.
*Adamotu: Görünüşü ile bir insanı andırır, etli kökleri iki çataldır, bu kökler birbirine sarılmış, bir erkekle bir kadına da benzerler. Bu görünümü dolayısıyla, çiçekleri kök saplarında toplanmış bu bitki, yüzyıllar boyu, büyücülüklere de malzeme ve konu olmuştur.
* Rey kenti 'Dünyanın Gelini' adı ile anılıyormuş. İlerde bir gün mutlaka burayı ziyarete gitmek istiyorum. Özellikle kitabı okuduktan sonra... Bunun dışında yeni yılın 13. gününü de İran'da geçirmek ve o festival havasını tatmak istiyorum.
*Butimar: Bir kuştur, deniz kıyısına çöker, denizin bir gün kuruyacağını düşünür, bu tasa yüzünden de su içmez hiç.
*Nakkare (Osmanlıda kudüm diye geçiyor) adlı bir davul varmış. Bunu çalmayı denemek istiyorum.
-Hayyam'ın Teraneleri, çev. Mehmet Kanar, YKY, 1999 kitabını en kısa zamanda okuyacağım. ODTÜ Kütüphanesi'nde olduğunu tahmin ediyorum.

Son olarak kitabı okuyacağınız dönem sizin adınıza karanlık bir dönem olmasın zira insanı intihara sürüklemek gibi bir etkisi olabileceğini düşündüm ben yer yer. Bunun dışında Sadık Hidayet'in bu kadar İran gelenek ve göreneklerine hakim olması insanı etkileyen bir ayrıntı. Başka bir güzelliği de kitabın içinde anlatılan ufak tefek hikayeler. (Butimar kuşu, ikş adamı bir yılanla aynı odaya kapatmak...) Sadık Ağabeyde sezdiğim bir başka durumsa kadınlara karşı tutumu. Birazcık onları simgeleştirmiş gibi geldi. Bunu hayatı boyunca kendisini gerçekten sadece kendisi olduğu için seven, Sadık Ağabeyin ruhuna aşık bir kadınla beraber olmayışından olduğunu düşündüm. Kim bilir belki de öyle bir kadın olmasına rağmen böyle düşünmüştür... Umarım diğer kitaplarında da bu tavrını sürdürmez, kadınlara olan bakış açısı bu kitabın konusundan kaynaklanmaktadır...

Buraya kadar okuyan herkese teşekkür ederim.  Kitabı okuyacak olanlara daha çok!